GFN #3: Milli Kimliğimizin Restorasyonu: Tüm maçları TRT yayınlasın!
- Sahalar İstanbul

- 1 Eki
- 5 dakikada okunur
Türkiye’de futbolun milli kimlik inşasıyla birlikte serpildiği ve bu amaca hizmet edecek şekilde geliştiği izahtan varestedir. Büyük kulüplerimizin kuruluş anlatılarında ve mitlerinde milli kimlik, futbol yoluyla Türk kimliğinin ifadesi olarak muhakkak vurgulandı. Zaman içerisinde yerelliğin futbol üzerinden gelişmesinin kısmen organik olarak, kısmen de tepeden müdahale ile tırpanlanması da aynı amaca hizmet etti. Türk futbolu, Türk kimliğinin bir taşıyıcısı olarak Türk modernleşmesinin, toprak kayıplarının, geriye düşmüşlüğün mücadele sahası olarak anlamlandırıldı.
90’lı ve 2000’li yıllarda futbolda yaşanan başarılar, 80’li yıllardan itibaren gelişen yukarı ivmelenme, Türk toplumuna sevinç ve özgüven kazandırdı. Yaklaşık 300 yılı aşkın süredir toplumsal hafızaya nakşolunmuş, aşağılık kompleksine sebep olan hatıraların arada es verdiği oldu ama futboldaki zaferlerin duygu dünyamıza etkisi savaş meydanındaki başarılardan farksızdır. Gerçek ya da suni; ama biz bunu hissettik ve yaşı yeten herkes, o günleri kendisine dair kıymetli zamanlar olarak anacaktır. Elbette bu hisler yalnızca bize özgü değildir ama herkes için aynı da değildir. Bugün dünyanın en iyi milli takımı pozisyonunda olan İspanya Mill Takımı, mikro milliyetçi unsurların kendi kimliklerini güçlü şekilde ifade etmeleri ile oluştu. Bask ve Katalan kulüplerin ürettiği oyuncuların hakim olduğu milli takım kadrosu ile İspanya Milli Takımı, İspanya ulusal kimliğinin bir parçası olarak yaşıyor. Fransızlar özellikle 90’lı yıllardan itibaren futbolu toplumsal entegrasyonun bir ayağı yaptı, oyunu maksimum düzeyde tabana yaydı ve bunu kurucu değerlerinin bir yansıması olarak milli bir unsur olarak nitelendirdi. Bu iki örnekten de anlaşılacağı üzere milli kimliğin futbol üzerinden tezahüründe oldukça farklı nosyonlar var, dolayısıyla bizim de milli futbol kimliğimiz de kendine özgü.

Bu kimliğin yansımalarını en yoğun olarak Milli Takım’ın katıldığı turnuvalarda görüyoruz. Basketbol, voleybol, bireysel sporlardaki büyük başarılar bir dalgalanma, heyecan yaratıyor ama futbol gibi milli kimliğimizle ve gündelik hayatımızla bitişik değiller. Futbol kıyas kabul etmeksizin çok daha “milli” bir şey, futbolcularla ve ay-yıldızlı forma ile özdeşleşiyoruz. Onunla seviniyoruz, üzülüyoruz ve dahi kendi hezeyanlarımızı, kimlik kargaşamızı futbol üzerinden ifade ediyoruz.
Kulüplerimizin Avrupa kupalarında oynadığı maçlar da benzer etkiyi yaratıyor, çünkü en köklü ve güçlü kulüplerimiz aynı mitosun içerisinde kuruldu, gelişti. Sportif açıdan ise milli takım ve kulüpler her zaman birlikte ilerledi. Etle tırnak gibi, birbirini besleyen ve birbirinden güç alan bu iki kurumun birbirinden ayrılarak değerlendirilmesi, esasen tarihsel bir kırılmadır.
Futbolun krizinden ve medyanın büyümesinden beslenen yeni aktörlerin alan işgaliyle başlayan söylem, kulüplerin sınırsız ithalat ile başarılı kılınması ve bu sayede Türk futbolunun başarıya engel olan marazlarının izale edilmesi amacını taşıyordu. Hedefe ulaşıldı; nitekim Türk futbolu uzun yıllardır en fazla ithal oyuncu oynatan lig durumunda, sayılarla ispatlı. Kendi yetiştirdiği oyunculara en az süre veren lig durumunda, bu da sayılarla ispatlı. Dünya üzerinde, Yunanistan doğumlu soydaşlarını oynatan ve bizim bir ülke olarak tanımadığımız Güney Kıbrıs’tan başka hiçbir ülkede bu kadar çok ithal oyuncu ve bu kadar az yerli futbolcu yok. Milli kimliğimizi yüklediğimiz, kendimizi ifade etmenin aracı olarak kurguladığımız oyun, amacından sapmış görünüyor.
Bu noktada bir ifrat - tefrit düzeyinden söz etmiyoruz, çocukça yaklaşımlarla konuyu asla ırkçılık bağlamında ele almıyoruz. Türk futbolunun milli kimliğin bir parçası olmasını bir platform olarak değerlendirirsek, içerisinde futbola dair tüm fiziki unsurların ve bilgi birikimin bulunduğunu, tüm unsurların yerli yerinde olması gerektiğinin altını çizmeye çalışıyoruz. “İstanbul'da Futbolun Mekânsal Tarihi: Mesireden Halı Sahaya Şehirde Futbolun Mekânı” adlı çalışmamızın önemli iddialarından biri de 80’lerden itibaren Türk futboluna diaspora üzerinden giren bilgi birikimin müthiş bir ivme kazandırdığıdır. Bu inkara şamil bir husus değildir ve benzeri oyuncu ithalatı için de geçerlidir. Transfer evet olmalı, ama daha çok ithalat ile istenen başarı ihtimalinin ancak diğer unsurların varlığı ve desteği ile olabileceğini vurguluyoruz. Bu bağlamda Türkiye'de futbolun potansiyelini gerçekleştirmesinde sac ayağının eksik tarafı, Türkiye’de yetişmiş nitelikli oyuncu sayımızı giderek düşmesi ve bu konuda herhangi pozitif bir gelişme olmamasıdır.
Bu tablo kuşkusuz, futbolun Türkiye’de 90’lı yıllardan itibaren derinleşen krizinin sonucudur. Ancak kamuoyundaki hakim söylem ya da 2010’lu yıllardan itibaren güçlenen yeni futbol kültürü, bu krizin farkında olmaksızın ya da bu krizi yıkıcı şekilde yok sayarak derinleştirmiştir. “Gittiler, Dönüyorlar ve Opoku Yağmuru” başlık yazımızda daha fazla ithalat için yer kalmadığına ve bu kaybedilen söylem mevziinin yeni bir alan açılarak devam ettirilmek istendiğine değinmiştik. Bu yeni söylem, Türkiye Süper Ligi’nin niteliksiz, rekabetsiz bir ortam olduğu ve kulüpleri başarılı kılacak ekonomik ve demografik gelişim sağlanmışken yine Türkiye’ye dair bir marazın yola taş koyması olarak özetlenebilir. Bunun da sebebi, niteliksiz ithalat ve niteliksiz antrenörler olarak iddia edilmektedir. Çözüm, nitelikli ithalat ve tekrar tekrar Batı’dan bilgi birikim transferi olarak önerilmektedir; yani daha önce önerilenin aynısı…
Dillerde hep aynı şarkı: Yabancı. Hal buyken Türkiye’de futbolda bir kültürden, zeminden söz etmek artık imkansız. Eski futbolculardan, antrenörlerden pek azı yeni futbol kültürü içerisinde kendine yer bulabiliyor. Gündelik hayatta oyunun yeri çok sınırlı, elimizde kalan nitelikli oyuncu grubu ise yerli oyuncuya süre vermenin zora koşulduğu son dönemin bakiyesi. Diğer yandan “journalism”den söz etmek de artık mümkün değil. Profesyonel futbolcu sayısından çok yorumcu olan bu ortamda karar alıcıların zihnini şekillendiren ortam gün geçtikçe çığrından çıkıyor. Reyting yarışı ile uçlara savrulmak zorunda kalan yorumculardan bazıları sürekli tahtaya bir şeyler çizmek suretiyle akıl veriyor. Malumat yığınından ibaret kişiler sürekli ekranda gözükerek asla kesin ifade kullanmadan saatlerce konuşabiliyorlar. Stand up ya da reality show yapanlar zaten ayrı, ama bunlar aynı sahnedeler. Sektör öyle şişti ki, herkes farklı bir hikaye anlatıyor ve transfer dönemlerinde yöneticilerin oyuncuların tuvalete gitmesi dahi özel haberden, duyumdan sayılıyor.
Böylesi bir ortamda futbolumuzun yeniden güç kazanmasını sağlayacak doğrudan adımlardan oldukça uzaktayız. Bir daha çocukları yeniden sokağa indiremeyiz, kısa vadede şehir çeperlerine sahaları yan yana dizemeyiz ama insanları yeniden oyuna çağırabiliriz. Herkesin yeniden oyunu izlemesini sağlamak, bir başlangıç adımı olabilir. Çünki oyunun kendisinin değil dedikodusunun itibarı gün geçtikçe yükseliyor ve tüm bu reyting avcılığı, sadece yıkıyor.
Açık kanaldaki bir milli maç ya kulüplerimizin Avrupa maçları neredeyse %80’in üzerinde reyting alıyor. İnsanların futbola ilgisinin azaldığı iddiaları bu bağlamda doğru değil, Türkiye’de futbolun milli kimliğimizdeki rolü de aşınmış değil. Nitekim TRT’nin UEFA şampiyonalarının yayınını alması, ülkemizdeki futbol ortamına büyük katkı sağlıyor. Aksi halde kaçak yayın ve yeni medya üzerinden ilerleyen bir ortam daha fazla spekülasyon ile her şeyi aşındırıyor. Aynısı Süper Lig için ve alt liglerin tümü için geçerli; sürekli aşağılanan ve değersizliği vurgulanan futbolumuzun milli kimliğimiz için önemi erozyona uğratılıyor. Futbolu yeniden gündelik hayatın içine fiziksel olarak sokamıyorsak bile evlerimize yeniden, en gerçek haliyle götürebiliriz. Bu amaç doğrultusunda tüm lig maçları TRT’de yayınlanmalı. İnsanlara oyunu yeniden maaile seyrettirmeliyiz. Bu sayede yaşanan suni tartışmaların kamuoyundaki kıymeti bir ölçüde zayıflayabilir. Oynanmış maçın dedikodusunun gürültüsü biraz olsun azalabilir. Futbol cereyanı yeniden her eve, ülkenin her bucağına taşınabilir. İnsanlara yeniden, sahadakinin kendisi, oğlu, kardeşi, yeğeni, komşusu olabileceğini belki böyle anımsatabiliriz.
Ekonomik yönden bakıldığında, yayın gelirinin toplam içindeki düşen payı düşünüldüğünde tüm maçların açık kanaldan yayınlanması, kulüplere bir şey kaybettirmez. Nitekim TRT’nin kârlılığı, halihazırda kulüplere ödenen meblağın oldukça üzerinde. Reklam gelirleri de eklendiğinde TRT kurumu zarar etmeyecektir. Orta ve uzun vadede elde edilecek kazanç ise her anlamda çok daha yüksek olacaktır. Futbolun dedikodusunun dar çevrede yükselen sesini biraz kısıp, maçların sesini ülkemizdeki hemen her eve duyurmak gerekiyor. Zayıflayan futbol kültürümüzü restore etmek için radikal bir adım, önemli bir basamak olacaktır.









Yorumlar